15 Mart 2010 Pazartesi

Agora



Pazar yerinden ve şandan uzakta yer alır büyük olan her şey. Hep pazar yerinden ve şandan uzakta barınmıştır yeni değerler yaratan. Yalnızlığına kaç dostum: görüyorum ki her yerini ağılı sinekler sokmuş. Sert ve sağlam bir havanın estiği yere kaç! Yalnızlığına kaç! Sen küçük ve acınacak kişilere pek yakın yaşadın. Onların göze görünmez öclerinden kaç! Onlar sana karşı öcden başka bir şey değildirler. Artık el kaldırma onlara! Sayısızdır onlar, hem senin yazgın sinek kovmak değildir ki...
Nietzsche


Aklın ve gerçeğin karşısına insanlık tarihinin her döneminde inancın körleştirdiği insanların yarattığı yozlaşma çıkmıştır. Bu yozlaşma süreci bu gücü kullananları iktidar kullanılanları piyon yapar ve korku imparatorlukları kurar. Yıkıp geçilen ve yeniden tanımlanan ahlak ve gerçek bir daha kimse tarafından doğru açısından görülemez. Salt doğru; doğru olmaktan çıkarak yeni bir ahlak biçimine dönüşür. Bu yeni ahlak kuramının yaratıcıları; ne kadar sığ ve dar görüşlü bir kitle yaratabilirse o derece büyüyecektir.

Agora, Amenabar’ın sinematografisinde yeni bir yön. Şimdiye kadar hemen her filminde değişik tür sineması deneylerinin içerisinde olan yönetmen bu kez de dönem filmi metaforu içerisinde inanç yozlaşmasına eğiliyor.

İskenderiye kütüphanesinin yok edilmesi orjininde, dinlerin kendi iktidarlarını meşru kılmak adına nasıl hareket edebildiğini, insan topluluklarının nasıl bir infial halinde davranabildiğini gösteriyor.

Hypatia rolünde aslında –tarih ötesi- simgesel bir karakteri canlandıran Rachel Weisz güzelliğiyle yine başımızı döndürüyor. Hypatia’nın yaşadığı çağın siyasi ve dini çekişmelerinden kendisini arındırıp çok daha büyük bir gerçeğin peşinde koşması zamanla kimsenin ilgilenmediği bir şey haline geliyor. Aklın yolunu takip etmek, günlük hırsların ve faydacı davranışların yanında hiç cazip gelmiyor. Akıl iktidar tarafından sapkınlıkla suçlanarak yok edilmek isteniyor. Toplum da buna körü körüne inanarak isteği gerçekleştiriyor. Akıldan öç alıyor inancın iktidarı. İnanaları sinekler haline getirerek toplumu bataklığa dönüştürüyor. Cehalet, inanç, sınıf ve gerçek çelişkileri içerisinde gidip gelen Davus’u canlandıran Max Minghella’da oynadığın karakterin açmazlarını güzel yansıtıyor.

Filmde Amenabar’ın kamerayı uzaklaştırarak kalabalık hareketlerini, güvercinleştirmesi ya da böcekleştirmesi metaforik işler peşinde koşarken yakaladığı güzel sahneleri yaratmış. Dünya’dan gittikçe uzaklaşan görüntü de yabancılaşma hissiyatını doğru bir sinema diliyle gösterimde sağlamış.

Aslında bıçak sırtı bir konu. Doğum aşamasındaki Hristiyanlık, yaralanan Yahudilik ve yok olan Pagan dinleri; kurgulanmış bir gerçekte aslında çok daha kozmik bir düzenin rollerini paylaşıyor. Günümüzde aynı rolleri farklı inançlara uygulamamız olasıdır.  

Amenabar’ın sinematografisi ve filmin sıkıntılı yanları da oldukça mevcut. Yine de niyetinin benim gözümdeki değeri oldukça kıymetli.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

De diyeceğini!

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

About