29 Kasım 2009 Pazar

The Dude

Sevdiğim bir şahesere zamansız bir selam çakmak isterim:

The Dude: God damn you Walter! You fuckin' asshole! Everything's a fuckin' travesty with you, man! And what was all that shit about Vietnam? What the FUCK, has anything got to do with Vietnam? What the fuck are you talking about?

24 Kasım 2009 Salı

Nuh'un Greenberg'i




Noah gemisini yeniden yüzdürmeye başlamış anlaşılan. The Squid and the Whale’in arızalı yönetmenini en son kankası Wes Anderson’un Fantastik Mr. Fox’unun senaryosunda görmüştük. Şimdi eşi Jennifer Jason Leigh’in öyküsünü hayata geçirmiş görünüyor. Film Los Angeles’da yaşayan Greenberg’in çalıştığı işten ayrılması, erkek kardeşine taşınması ve kişisel hesaplar peşine düşmesi ekseninde hareket ediyor anladığım kadarıyla. Greenberg’i Ben Stiller oynuyor. Bu bence Wes’in(evet askerlik arkadaşım) fikri olabilir. Bunun dışında american-indie sinefillerin gözdesi Greta Gerwig’inde kadroda olduğunu gereksiz bilgi olarak söyleyebilirim. Noah bu kez çok iyi anladığı kadınların evreninden daha erkek bir sahaya doğru yol almış görünüyor. Kendisine selam yolluyorum.







23 Kasım 2009 Pazartesi

Güzel Bir Film ve Bağımsız Sinema Bağımlılığı

Uzun süredir sinema sevgimi sorguluyordum kendi kendime. Çer çöp ne varsa izliyor ve artık gitgide zihnimi de çöplük haline getirmeye başlıyorum. Çoğu kez bu muameleyi hak etmeyecek filmleri bile x4 ile izliyorum. Bazen gerçekten iyi bir filmle karşılaşıyor ve duraksıyorum. Düşünüyorum. İlk düşündüğüm şey her zaman filmin derdi oluyor. Çünkü benim için derdi olan yapıtlar önemli. Boktan prodüksiyona ait bir görsel yığın dahi olsa, derdi varsa değeri de oluyor. Bu arıza yine ne saçmalıyor ya da yine sadece kendisinin anlayacağı bir dille başladı yazıya diye iç geçiriyorsunuz; anladım. Haklısınız aslında. Demek istediğim yakın zamanda neyini seviyorum ben bu sanat alanının sorusuna cevap bulur gibi oldum. Beni eğlendirdiği için sevdiğim zamanlar, düşündürttüğü için, öfkelendirdiği için, uyandırdığı için, güldürdüğü için sevdiğim zamanlar oldu. Şimdi ise in search of midnight kiss sonrasında en çok bağımsız olduğu zamanlar sevdiğimi anladım. Çırılçıplak. Olduğu gibi. Kusurlu. Amatör. Eksik. Özgür. Gösterişsiz. Hayat gibi. Gerçek. Gerçek olduğu için seviyorum. İyi bir film ve kötü bir film her zaman birbirinden ayrılır. Yapısal olarak bir genelleme peşinde de değilim. Çok kötü bir bağımsıza sırf bağımsız olduğu için iyi gözle bakmam(bakar mıyım yoksa?). midnight kiss’in içerdiği tüm tonlar sevdiğim renklere ait bunu hiç uzatmadan söyleyebilirim. Bağımsız sinemayı ve özellikle Amerikan bağımsızlarını seviyorum.



Filmin hikayesi falan mühim değil[mi?]. İzlensin, edininsin. Herkes kendi görsün. Hayattaki basit hikayelerin önemine ait naif bir film. Diyerek önceki cümledeki gibi yazılıp geçilebilecek bir şey sadece. Oysa değil. Çoğu kişi için hiçbir şey ifade de etmeyebilir. Tamam tatlı bir filmdi ne var büyütüyorsun meseleyi, bunun gibi bir dolu film sayarım denebilir. İyi ki de denebilir. İyi ki hala bunun gibi bir filmler çekilmeye devam ediyor.


Spoiler olarak da
Wilson hesabında ki tüm varlığı olan 108 doların, çekebildiği 100 dolarını çeker ve Vivian’ı çok istediği İtalyan lokantasına götürür. Parayı çektikten sonra da atm makbuzunu vivian’a gösterir. “Bak yalan söylemiyorum bütün param işte bu” der. Bu amatörlüktür, olduğu gibidir, hayattır. Gerçektir.

Değer


Yolculuk, umuttur. Belki daha öte, bir zorunluluktur; hatta doğaldır. Kişi, kolay kolay kurtaramaz bunu düşünmekten kendini. Diyeceksin ki, zaten böyle olması gerekmez mi? Gerekir. O yüzden de değer.

22 Kasım 2009 Pazar

Sis, Ses ve Süs





Bu güzel işte. En azından iki takım arasında bir tarafa eğilimli ağırlıklı galibiyet oranı yok. Beşiktaş dün gece net bir skorla kazanırken, belki Denizli şansı, belki Fenerbahçe’nin taktiksel hataları, biraz da hakem faktörü ile yeniden ligin zirvesinde yüzünü gösterdi. Benim için hakem mevzuunda ki tiriviriler gerçekten gereksiz. Oyuna baktığımızda Fenerbahçe açısından eleştirebileceğimiz çokça yer var oysa.

Öncelikle milli maçtan oldukça yorgun dönmüş bir Lugano’ya hemen formayı teslim etmek oldukça kritik ve riskli bir davranıştı. Çılgın Uruguaylı bunun en iyi göstergesini ilk yarı aldığı sarı kart sonrası hiç itiraz etmeden, işaret parmağını şakağında çevirmeden gösterdi. Yorgundu, zamanlama hatası vardı ve faul yaptığını hakemden çok önce kabul etmişti. Sonrasında Beşiktaş’ın 2. golünde Bobo’nun dönüp şahane vuruşu yapmasına engel olamayarak sonuçta da etkisini gösterdi. Burada suçlanacak adam Lugano değil tabi ki. Lugano alternatifsizliğini yaratan Christoph Daum. Bilica’nın da olmayışı gibi bahanelerle ortaya çıkılabilir ancak uzun bir uçak yolculuğundan gelmiş, fiziksel ve mental hazırlığı olmayan oyuncuyu her ne olursa olsun sahaya sürme yanlışı tartışılamaz. Lugano dün gece Türkiye’de ki en kötü futbolunu oynadı. Diğer taraftan maçın yıldızı olan İbrahim Üzülmez’in Fener’in sol kanadında otoban kurma girişimlerine de eğilmek gerekir. Galatasaray maçında ileri çıkmayarak ve önce karşılama diyerek Arda’yı bitiren Gökhan-Mehmet ikilisi inanılmaz bir hücum sevdasına kapıldıkları için Fenerbahçe oyunun bu kısmında çok büyük sıkıntı yaşadı. Daum’un burada da bir etkisi yoktu. Emre’nin sakatlandığı pozisyonun hemen ardından bütün maç orta sahada onunla didişen Fink’in rahat rahat gelip ilk goldeki harika voleyi yapmasına müsaade etmekte bunlara ek olarak söylenebilir. Maçın bu dakikasına kadar oyunda üstünlüğü olmayan Beşiktaş, Emre’nin yerine Wederson’un girmesiyle rahatladı. Çünkü oyunda Santos, Carlos ve Wederson vardı. Orta saha direncini yaratacak hiç kimse yoktu. Kimse girmedi. Alex’in en kötü gününde bile Özer kozuyla ikame edilememesi yine bir Daum klasiğiydi. Maçın 2–0 olduğu bölümde Mehmet Topuz’u alıp yerine Semih’i sokmak ise Daum’un oyunda denge istemediğine dair başka bir işaretti. 2–0 yenikken hala tek forvette ısrar etmek bunun iyi göstergesidir.

Evet, hakem 1 penaltıyı es geçti ve 3. golde ofsaydı yakalayamadı. Oysa Fenerbahçe ise uzaktan şutlar, Alex’in çataldan dönen harika serbest atışı dışında hiçbir biçimde yoktu.

Biraz da galip tarafa değinmek isterim. Evet, Beşiktaş Fenerbahçe’yi yerle bir etti ama bu tamamen rakibin zaaflarından oluştu. Beşiktaş’ın sahaya koyduğu baskın ve güçlü bir oyun biçimi yoktu. Klasik biçimde karşılamayı, sağlamcı davranmayı ve olabildiğince hızlı çıkmayı düşünmüşlerdi. Fenerbahçe’nin taktiksel hataları müsaade ettikçe ve şans ellerinden tuttukça bu durumu gole çevirmeyi başardılar. İsmail’in yokluğunda bir soru işareti olan Deli İbrahim; soru işaretinin yerine bir ünlem koyarak maça damgasını vurdu. Ernst yine her şeyin merkezi olduğunu gösterdi.  

Sonuçta sisli İstanbul gecesinin mutlu yüzü Beşiktaş, ligde gördüğü 12.lik sırasından sonra tekrar yukarılarda yüzünü göstererek sis perdesinin arkasından çıkmış oldu.

20 Kasım 2009 Cuma

Rob Gordon Demişti..


 "What came first, the music or the misery ? Did I listen to music because I was miserable ? Or was I miserable because I listened to music ? Do all those records turn you into a melancholy person ?"

Sakallis Hasta


16 Kasım 2009 Pazartesi

Foça'da Sarhoş Olmak


Böyle insanlara mı dönüştük Porco? [Böyle?] Tatil günü şehir dışına ufak kaçamaklar yapıp erkenden geri dönen ve ertesi iş gününü düşünen varlıklar mı olduk? Oysa gittiğimiz yerde kalmak, orayı yaşamak, orada yaşamak lazımdı normal şartlarda. Herkesin normal şartları bizim anormal şartlarımız mı oldu?  Anormal şartlara alışmak bir ömür boyu sürer mi?

Soruları bir kenara koyup güzel geçen yedi saatin tadını unutmayacak bir yerde saklamak gerekli. Foça güzeldi. Foça(Yolculuk, balık, rakı, kediler,  muhabbet) güzeldi.

Onur’a teşekkürü borç bilirim

Antonio De Nigris ve Heath Ledger



Ölüm yol üzerinde rastlanan etkileyici bir manzara gibi. Karşılaştığınızda bir süre durur ve bakarsınız yüzüne. Yola devam ettikten sonra da unutur üzerine çok fazla bir şey hatırlamazsınız. De Nigris'in ölüm haberini okuduğumda aklıma Heath Ledger'ı getirdi bu olay. Heath'ın ölümünden sonra hayatının en iyi performansını izlemiştik. De Nigris için bu mümkün olmayacak. O zaman ben onların çocuklarının onlarla ilgili hatırlayacağı en güzel anlarda kalmasını diliyorum.

13 Kasım 2009 Cuma

ce que je suis


(500) Days of Summer






Her dönem karşımıza çıkan fısıltı ve vızıltı yoluyla elden ele dolaşarak kült mertebesine ulaşacak filmdir. indie külliyatında kendisine garden statevari bir yer edineceğini öngörmek için kahin olmaya gerek yok. Peki bütün bunlar filmi kötü yapıyor mu? Kesinlikle hayır. michel gondry&charlie kaufman'ın şaheser anlatısını farklı bir biçimde sunan filmdir. geri dönüşler, silinmeye çalışılan anılar, zamanla ortaya çıkan mutlu-hüzünlü anlar hepsi çok tanıdık. özellikle filmin sonuna doğru arkadan hırkasıyla joel geçecek sandım. kırık kalpli bir film olduğu mutlaka söylenmeli. kırık kalpli güzel filmlerin ortak paydası olarak en büyük kalp kırıklığı erkek kahramanındır. bu in the mood for love'dan, wristcutters a love story'e kadar böyledir. 


500 days of summer için söylenecek şeylerden ziyade kült olacağı besbelli olduğundan kullanma talimatı vermek gerekir. hassas dönemlerden geçen kalbi kırık gençlerimiz alkolle beraber alırsa ölümcül sonuçlara yol açabilir. bu yüzden dikkatli kullanılmalıdr. yakınlarda gidecek bir lacuna coil yoksa uzak durulmalıdır. hassas dönemden geçmeyen rahatı huzuru benim gibi yerinde olanlar ise keyifle izleyebilirler. güzel soundtrack'ini indirip aynı keyifle dinlemeye devam etmelidirler. böylece güzel kedilerin değerini çok iyi anlarlar.







Bir kaç yerde kullanılan farklı kurgu oyunları gerçekten takdire şayandır. basit biçimde ortaya konulan beklenti-gerçek sekansı bu açıdan harika bir örnektir. Senaryonun iyi yazıldığını söylemek için de Harold Pinter olmaya gerek yok. [Ne yazık Oysa ben Harold Pinter olmayı isterdim.]


Soundtrack için de bir şeyler yazmak yorumlamak isterdim ama bunu benden iyi yapacak kalamitim'den dinlemeyi tercih ederim doğrusu.

ek olarak filmle ilgili ufak bir alegori yapmak isterim: tom hansen gibi "genç werther ruhlu" adamlar hiç bir zaman yaz'ı değil her zaman sonbahar'ı takip etmelidir. sonbahar karşılıktır. kasım'dır. kalıcıdır. summer gibi antin kuntin şeylerle ilgilenerek kendisine farklıyım-entelim imajı çizen hanımlar da aslında üzerleri bir başkası tarafından boyanmış balonlardır. günün birinde ya uçup ya da patlayıp yok olur giderler.








Sonuç olarak derim ki izleyin lan!

12 Kasım 2009 Perşembe

Pazar - Bir Ticaret Masalı

kasaba, umudu olan arıza bir kahraman, yaşlı yol gösterici, yol ve dönem. şimdi bu hammaddeler bu kez bizim coğrafyamızda olsun. alsın bunu yabancı(kesinlikle kötü manada değil) insanlar, güzel bir film yapsınlar. sonra bunu bizim önümüze sunsunlar ve biz mutlu olalım. pazar böyle bir şey işte. ticaret demeyelim çünkü lekelemek olur filmin güzelliğini. ama böyle olmuş. bu kadar samimi, bu kadar naif işçilik, oyunculuk, müzik her şeyiyle bizden bir film. bir bakıyoruz ki ben hopkins çekmiş bu filmi. şimdi gel de türk filmleri üzerine uzun bir tartışmaya gir. ister kusturica, ister açık bir vodka lemon etkisi denebilir. mühim değil. mühim olan öncelikle yönetmenin ellerine sağlık. biz kendimizi anlatamazken o bizi öyle güzel resmetmiş ki; mihram parça olmaktan çıkmış ve tümü gösteren-işaret eden bir varlığa dönüşmüş. vicdan-inanç-aile-ekonomi bu dinamiklerin arasında ezilen insan figürünü çok büyük perdeden konuşmadan önümüze sermiş. zayıflıklar kadar erdemleriyle de var olan insanın(mihram'ın) trajedisini anlatmış. tayanç ayaydın ve genco erkal döktürmüş. mihram'ın eşini oynayan hanım da gözleriyle bütün bir trajedinin resmini çıkarmış.




mış.. mış.. mış.. iyi yapmışlar da keşke bu işleri böylesine duru bir biçimde biz de yapabilsek. pazar bir ticaret masalı, sonbahar'ı dışarıda bırakırsam uzun süredir bu coğrafyada yaşan küçük insanların hikayesini sinematografik gücüyle anlatabilen yegane film görüntüsü veriyor.


şimdi bu kadar övgü'nün yanına bir kaç triviri yapmak da isterim. öncelikle keşke filmin adı şöyle afili bir şey olsaymış. herkesin kör göze parmak söylediği çingeneler zamanı misal veya sarhoş atlar zamanı. benden de öneri sarhoş mihram zamanı olabilirdi. sonra karakterlerin derinliğini arttırmayı tavsiye ederdim. mihram dışında kalan tüm karakterler yalnızca simgesel anlatımı perçinleyen öğeler konumuna geçiyor bir süre sonra. anlatının bu kısmı da başarılabilmiş olsaydı mükemmel bir iş ortaya çıkabilirmiş. demem odur ki bir şaheser'in yanından geçmişiz. izlemiş, beğenmiş ve sevmişiz.. mişiz.. mişiz.. mişiz..




10 Kasım 2009 Salı

DISTRICT 9


öncelikle günümüz sinemasının ayrıksı yanlarından faydalanan bir film var karşımızda. joon-ho bong'un the host'ta yaptığı sinematografik düzeni neill blomkamp district 9'da benzer biçimde uyguluyor. evet önümüzde apaçık sci-fi düzeneği-ortamı-aksiyomları mevcut. fakat bu aksiyomlar kendi direkt hikayesinin dışında büyük bir metaforu yaratmak için de aracılık ediyor.

--- spoiler ---
kılkuyruk ve bencil diye de tanımlayabileceğimiz wikus van de merwe (belki biraz da torpille) yaratıkların (karides!) tahliye işlemi operasyonunun başına getirilir ve genetik değişime uğramasına yolaçan bir dizi olayın sonunda kahramanlaşarak başkalaşır. başkalaşımın kendi içinde gelişen yapısından başlayarak alegoriye başlayabiliriz. irkçı ve kolonyalist söyleme kadar uzayabilecek, sözkonusu hikayenin kara-kıta'da geçiyor olmasına kadar enteresan okumaları filmin içerisinden çıkarabiliriz. ötekileştirme ve göçmen kamplaştırması. bu kamplaşmanın banliyö isyanları oluşturacak bir yöne doğru ilerleyişi. mültecilerden yerleşik halkın nefret edişi. kültür uyuşmazlıkları. büyük şirketlerin silah ticareti ve yapısal mali üçkağıtlar peşinde koşması. bunlar gibi bir çok yerden güzel noktalar yakalamış film. bunu da yukarıda söylediğim gibi sci-fi'nin eşsiz metafor olanaklarını kullanarak yapmış. örnekolay aslında anlattığının alt katmanlarında sert gerçeklere de parmak basıyor.
--- spoiler ---

çekim tekniğindeki cloverfield uygulamaları ise yerli yerinde görünüyor. jj abrahams'ın günümüz media görsel metasını harika okuyarak geliştirdiği görüş, district 9'un atmosferinde de hiç sırıtmıyor.


About