29 Aralık 2009 Salı

Sakallis Sakal Sever



Evet yüzsüzce bundan istiyorum.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Vic Chesnutt için


Tam da insansız ölüm manalı şeyler geçiyordu aklımdan şu sıralar. Sonra haberler geldi. Sonra sessizlik oldu. Karşımdaydı işte. Yaşam ne kadar gürültülü olursa olsun ölümler hep sessizdi. Hoşçakal güzel adam.

Hala kapitalizmin amına koymak istemeyen var mı?

Portishead Değişiyor Güzellik Baki


tempo hızlı vokal alışıldık biçimde. bir şeyler bana uydu yine. düzensizlik belki de.

25 Aralık 2009 Cuma

Hastalıklı Filmler - I Want You




Winterbottom'dan uçlarda, acıtan kanayan bir aşk hikayesi. Slawomir Idziak görüntünün arkasından el sallar görünmez.




24 Aralık 2009 Perşembe

Man in Photo




Nino: I don't even know her!
Man in photo: Oh, you know her. 
Nino: Since when? 
Man in photo: Since always
Man in photo: In your dreams






23 Aralık 2009 Çarşamba

Hastalıklı Filmler - Blade Runner




Philip K. Dick kitabından serbest uyarlama. bilim kurgu janrında bir kilometre taşı. disütopik yaklaşımı ve karamsar gelecek tasviri ile bilim kurgudaki space odyssey tarzını derinden yaralamış ve değiştirmiştir. İlk gösterimlerinde ilgi görmemiş ve video piyasasında kült olarak kendini kanıtlamak mecburiyetinde kalmıştır.Filmi  Neo-noir tarzın öncüsü olarak görürüm (egom atoyan=). Göz alıcı bir görsel yapıya sahip filmin gelecek tasarımı ve yarattığı şehir atmosferi harikadır. Ridley Scott yıllar sonra, Harrison Ford'un canlandırdığı "copy-hunter" Decard'ın da bir kopya olduğu teorilerini doğrular nitelikte bir director cut yaptı ve yüreğimize su serpti.

Ek olarak, Harisson Ford oynadığım en anlamsız film demiş ve bizde şiddetle kınamıştık. Fotoda ki güzel replikanın da Sean Young olduğunu belirtmekte fayda var.

22 Aralık 2009 Salı

Keşke Hep Olsa Volume 1 ---THE IT CROWD---



- how are you roy?
- i'm disabled

19 Aralık 2009 Cumartesi

Spike Jonze'un Masalı

Az kaldı, çok az hatta önümde duruyor. Kıyamıyorum.


16 Aralık 2009 Çarşamba

Dostlara

Ziyan Olan Her Şeye



Kitabın üzerine 3-5 kelime edip geçmemem gerekli farkındayım. Dipnotlarla, alıntılarla bir şeyler karalamalıyım. Ne yazık ki kitaba kardeşim el koydu ve içeriğine dönüp alıntılama, dikkat ettiğim yerlerin üzerinden yeniden geçme şansım yakın zamanda yok. O zaman kısaca şunu demeli: Louis Ferdinand Celine omzunuza dokunursa; küfredersiniz. Herkesten nefret edersiniz. Kendinizden bile. Belki de en çok. Sonra öfkenizi kelimelerle dökersiniz. Pürüzlüdür metin. Kurgu ile ilgili sıkıntıları olabilir. Ya da gereksiz bir final bağlama yüzünden metin sonu çarpıcılığı tuzağına düşersiniz. Askerlik saçmalığını, insanlık saçmalığını anlatırsınız. Ve belki çıkar birileri bunu okur. İşin güzel yanı da budur. O yüzden okuyun derim usulca. Okuyun. Oku…!

13 Aralık 2009 Pazar

(Unutmamak üzere) Sonbahar


[25.12.2008]
Unutmak için yaşıyoruz. Her şeyi unutmak için. Yok saymak için. Sonra hiçbir şey olmamış gibi; yaşamak için unutuyoruz. Her şey birbirini tamamlıyor böylece. Zaman geçiyor. Sonbahar geliyor. Yusuf oluyor.

Doğru kelimelerin yanlış hayatlarını yaşayanları hatırlamıyor bu ülke. “Hayata dönüş” dönüşsüz bir hayat olduğunda saklanmak için en iyi yer; yeşilin bağrı, fırtınanın kucağı, ananın ocağı oluyor. O’nu unutanları, yok sayanları, hayatına devam edenleri affediyor Yusuf. Evine dönüyor. Böylece Yusuf’un evine-ölüme yolculuğu, yenilginin acı hikayesini anlatmaya başlıyor. Kimsenin hikaye dinlemeye zamanı, tahammülü yok bu zamanda. O yüzden anlatmaktan ziyade yaşatıyor ağır ağır. İçine sindiriyor puslu bir Karadeniz havası gibi. Sonbahar’ın arefesi yavaş sürsün diliyor insan. O ander ala karga ötmesin. Nefesler uzun olsun diliyor. O sese hasret olan, tulumun sesini hiç duymak istemiyor..

Bir yenilginin anlatısı bu. Unutulmuş ağır bir yenilginin. Yenilgilerin ardılı olan yalnızlığın sardığı bir adamın evine, yurduna, anasına, ölümüne dönüşü bu; Yürüyecek yolların sonunun gelmiş bitmiş olmasının.

Oğul kutsaldır O’nun toprağında. Oğul eşsizdir. Oğul dünyanın kendinden geriye kalandır bir ana için. Kaybedilmiş davalardan, yenilerek dönen Yusuf ancak kutsal kabul gördüğü topraklarda huzuru bulabilecektir. Anlatamadığı dertlerini ancak sonsuz yeşilin içinde bir yerlere gömecektir.

Sonra maa aakag maa (bat güneş bat), Karadeniz’in ezgisi vücuda dönüşecektir yusuf’un büyük yalnızlığında. Anarşiktir, ötekidir, hayatının boş bir uğurda harcayandır. O yüzden batsın bütün güneşler.

Eşitlik ve doğruluk için duyulan heyecanın sonu; kayıp bir ciğer, kayıp bir zaman, kayıp bir sevgili, kayıp bir hayat olacak. Arkadaşı özetliyor güneş kızıla vururken: yine gelsek dünyaya yine çekerdik bu dertleri.

Bu ağırlığın ve umutsuz sürgünün orta yerinde olmaz bir aşkın kıvılcımı ise yalancı bir hayal gibi sarıyor bedenini. Oysa anlatamayacak yine ve hiç anlaşılamayacak. Güzel bir yüzün üzerinde gezdiği bir gürcü ezgisinde uzun süredir alamadığı nefesi alacak. Hatırlayacak bir nebze olsun heyecan duymayı yeniden. Ellerinden alınan, içinden sökülen yaşama gücünü duyacak belki bir anlığına da olsa. Kandırıyor olsa da kendini olsun varsın. Çırılçıplak karşılayacak veda aşkını. Vazgeçilmeyecek hiçbir şey kalmamış. Son gülüş, son öpüş son dokunuş. Belki yaşadığı gerçek “Hayata dönüş” ölümün kıyısına geldiğinde.

Sonrasında bizi hiç sömürmeyecek Yusuf. O ve O’nun gibi sayısız yoldaşı reklam çağının ağlatan(aldatan) ana-oğul-ölüm tiradlarını yaşatmayacak. Gözümüze sokmayacak yaşadıklarını. Yalnızlığı, sessizliği, gözleri, titreyen nefesi anlatacak her şeyi. Son kez ölmek için üfleyecek tulumuna. Hayata, Anasına veda için, sevdiği gibi. Onurla, yürekli bir biçimde kızıl bir tabutun içinde kalkacak omuzlara.

O zaman tulumundan çaldığı ngzaşi ile yola çıkacak. Evinden bu kez ölüme doğru yola koyulacak. Sessizce. Yalnız. Sabırsızca.  

Ey Yusuf!

Karadeniz köpürdü yutmak istedi. Fırtına sarıldı uyutmak istedi. Halkın seni sadece unutmak istedi.


mood

İçimde bir sıkıntı var. Dışarıda yağmur yağıyor. Duruyor, sonra yeniden başlıyor. Göğe bakıyorum. Gecenin körü oldu ve etrafta herkes uyuyor. Bir şarkı çalıyor kaçıncı kez tekrar ettiğini bilmiyorum. Sesler uzak, yatak uzak, ekran uzak. Ben uzağım. İçimde bir sıkıntı var.

11 Aralık 2009 Cuma

Sinematografik 15/15



Bu sefer fotoğraflar biraz daha zor. Tanıyamadığınız var mı?

9 Aralık 2009 Çarşamba

Kişisel 15/15


15 yıldan 15 film

Tanıyamadığınız var mı?

6 Aralık 2009 Pazar

MOON


"i'm freezing"*


* kalamitos tarzi post

5 Aralık 2009 Cumartesi

Futbolun Laneti



Porco’nun güzel asistlerinden biridir. Benim önüme attığında gol olacağını bildiğinden afili biçimde anlatmış, heveslendirmiştir.

Eamon Dunphy’nin otobiyografik kitabını okuduğumda edindiğim hissin benzerini verdi bu güzide film. David Peace’ın başarılı romanı ile aynı adı taşıyor. Futbolun henüz palazlanıp, kendisine sahip olanı(gerçek taraftarı, oyuncuyu, antrenörü) yiyip yok etmediği; sadece bir oyun olduğu zamanları hatırlatıyor. İnsanların samimi olduğu zamanları anlatıyor. PR’ın olayın güzelliğini alıp başkalaştırmadığı zamanlar bunlar. Aslında bu zamanlar yani 70’ler 80’ler ülkemizde de gerçek anlamda anlatılmayı hak eden vakitler.

Brian Clough’u daha çok Nothingham mucizesinden tanıyordum. Filmde Leeds macerası anlatılınca önce şaşırdım. Şaşkınlık kısa sürdü kapılıp gittim. Belgesel tadında olsa da kurgu yanı da var gibi görünüyor. Belki olaylar tam olarak filmde(kitapta) ki gibi gelişmemiştir. Yine de bu büyük futbol adamının; kibirli, zeki, geveze ve tutkulu teknik adamın kaybederken ve kazanırken oyunun içindeki parametreleri tanımlamakta ki beceriksizliği çok önemli. Çünkü oyundan anlamak, oyunu anlamaktan çok farklı bir durum. Clough, futbolu hep saha içindeki oyun olarak kalacak zannediyor. İnsanlar kravat takmayı bırakacak ve hiçbir zaman oyunun güzelliği kazandırdıklarından önemsiz olmayacak zannediyor.

Belki bu düşündüklerinde yanıldı. Oysa kendi varlığını oluşturan elementler üzerinden bambaşka bir endüstri gelişti. Oyun tutkulu, takıntılı, kibirli adamların sırtında büyüdü. Bunlardan beslendi ve zamanı geldiğinde bunları satmaya başladı.

Her neyse film için söylenecek bir şey varsa futbolun gerçeği ile ilgili olduğudur. Gerçek futbolla.

4 Aralık 2009 Cuma

Pol ve Filip



İşte ben buna haber derim! P.T. Anderson ve P.S. Hoffman yeni projelerinde bir araya gelmiş: The Master. Yeni bir din arayan entelektüelitenin en üst katmanından bir neo-peygamber. Zaman 1950'ler. Üstadın yine söyleyecek çok şeyi var anlaşılan. Sakallis bu gibi durumlarda 10 heyecanlı gücündedir.

3 Aralık 2009 Perşembe

Witt Demişti..


"This great evil. Where does it come from? How'd it steal into the world? What seed, what root did it grow from? Who's doin' this? Who's killin' us? Robbing us of life and light. Mockin' us with the sight of what we might've known. Does our ruin benefit the earth? Does it help the grass to grow, the sun to shine? Is this darkness in you, too? Have you passed to this night?"


                                                                                                Pvt.  Witt / Thin Red Line


explosions in the sky ekler:  Have you passed through this night?


Sakallis eklentisi: Celine göndermesini göremeyenlere taziye hediyesi olarak selin kolonyası.

29 Kasım 2009 Pazar

The Dude

Sevdiğim bir şahesere zamansız bir selam çakmak isterim:

The Dude: God damn you Walter! You fuckin' asshole! Everything's a fuckin' travesty with you, man! And what was all that shit about Vietnam? What the FUCK, has anything got to do with Vietnam? What the fuck are you talking about?

24 Kasım 2009 Salı

Nuh'un Greenberg'i




Noah gemisini yeniden yüzdürmeye başlamış anlaşılan. The Squid and the Whale’in arızalı yönetmenini en son kankası Wes Anderson’un Fantastik Mr. Fox’unun senaryosunda görmüştük. Şimdi eşi Jennifer Jason Leigh’in öyküsünü hayata geçirmiş görünüyor. Film Los Angeles’da yaşayan Greenberg’in çalıştığı işten ayrılması, erkek kardeşine taşınması ve kişisel hesaplar peşine düşmesi ekseninde hareket ediyor anladığım kadarıyla. Greenberg’i Ben Stiller oynuyor. Bu bence Wes’in(evet askerlik arkadaşım) fikri olabilir. Bunun dışında american-indie sinefillerin gözdesi Greta Gerwig’inde kadroda olduğunu gereksiz bilgi olarak söyleyebilirim. Noah bu kez çok iyi anladığı kadınların evreninden daha erkek bir sahaya doğru yol almış görünüyor. Kendisine selam yolluyorum.







23 Kasım 2009 Pazartesi

Güzel Bir Film ve Bağımsız Sinema Bağımlılığı

Uzun süredir sinema sevgimi sorguluyordum kendi kendime. Çer çöp ne varsa izliyor ve artık gitgide zihnimi de çöplük haline getirmeye başlıyorum. Çoğu kez bu muameleyi hak etmeyecek filmleri bile x4 ile izliyorum. Bazen gerçekten iyi bir filmle karşılaşıyor ve duraksıyorum. Düşünüyorum. İlk düşündüğüm şey her zaman filmin derdi oluyor. Çünkü benim için derdi olan yapıtlar önemli. Boktan prodüksiyona ait bir görsel yığın dahi olsa, derdi varsa değeri de oluyor. Bu arıza yine ne saçmalıyor ya da yine sadece kendisinin anlayacağı bir dille başladı yazıya diye iç geçiriyorsunuz; anladım. Haklısınız aslında. Demek istediğim yakın zamanda neyini seviyorum ben bu sanat alanının sorusuna cevap bulur gibi oldum. Beni eğlendirdiği için sevdiğim zamanlar, düşündürttüğü için, öfkelendirdiği için, uyandırdığı için, güldürdüğü için sevdiğim zamanlar oldu. Şimdi ise in search of midnight kiss sonrasında en çok bağımsız olduğu zamanlar sevdiğimi anladım. Çırılçıplak. Olduğu gibi. Kusurlu. Amatör. Eksik. Özgür. Gösterişsiz. Hayat gibi. Gerçek. Gerçek olduğu için seviyorum. İyi bir film ve kötü bir film her zaman birbirinden ayrılır. Yapısal olarak bir genelleme peşinde de değilim. Çok kötü bir bağımsıza sırf bağımsız olduğu için iyi gözle bakmam(bakar mıyım yoksa?). midnight kiss’in içerdiği tüm tonlar sevdiğim renklere ait bunu hiç uzatmadan söyleyebilirim. Bağımsız sinemayı ve özellikle Amerikan bağımsızlarını seviyorum.



Filmin hikayesi falan mühim değil[mi?]. İzlensin, edininsin. Herkes kendi görsün. Hayattaki basit hikayelerin önemine ait naif bir film. Diyerek önceki cümledeki gibi yazılıp geçilebilecek bir şey sadece. Oysa değil. Çoğu kişi için hiçbir şey ifade de etmeyebilir. Tamam tatlı bir filmdi ne var büyütüyorsun meseleyi, bunun gibi bir dolu film sayarım denebilir. İyi ki de denebilir. İyi ki hala bunun gibi bir filmler çekilmeye devam ediyor.


Spoiler olarak da
Wilson hesabında ki tüm varlığı olan 108 doların, çekebildiği 100 dolarını çeker ve Vivian’ı çok istediği İtalyan lokantasına götürür. Parayı çektikten sonra da atm makbuzunu vivian’a gösterir. “Bak yalan söylemiyorum bütün param işte bu” der. Bu amatörlüktür, olduğu gibidir, hayattır. Gerçektir.

Değer


Yolculuk, umuttur. Belki daha öte, bir zorunluluktur; hatta doğaldır. Kişi, kolay kolay kurtaramaz bunu düşünmekten kendini. Diyeceksin ki, zaten böyle olması gerekmez mi? Gerekir. O yüzden de değer.

22 Kasım 2009 Pazar

Sis, Ses ve Süs





Bu güzel işte. En azından iki takım arasında bir tarafa eğilimli ağırlıklı galibiyet oranı yok. Beşiktaş dün gece net bir skorla kazanırken, belki Denizli şansı, belki Fenerbahçe’nin taktiksel hataları, biraz da hakem faktörü ile yeniden ligin zirvesinde yüzünü gösterdi. Benim için hakem mevzuunda ki tiriviriler gerçekten gereksiz. Oyuna baktığımızda Fenerbahçe açısından eleştirebileceğimiz çokça yer var oysa.

Öncelikle milli maçtan oldukça yorgun dönmüş bir Lugano’ya hemen formayı teslim etmek oldukça kritik ve riskli bir davranıştı. Çılgın Uruguaylı bunun en iyi göstergesini ilk yarı aldığı sarı kart sonrası hiç itiraz etmeden, işaret parmağını şakağında çevirmeden gösterdi. Yorgundu, zamanlama hatası vardı ve faul yaptığını hakemden çok önce kabul etmişti. Sonrasında Beşiktaş’ın 2. golünde Bobo’nun dönüp şahane vuruşu yapmasına engel olamayarak sonuçta da etkisini gösterdi. Burada suçlanacak adam Lugano değil tabi ki. Lugano alternatifsizliğini yaratan Christoph Daum. Bilica’nın da olmayışı gibi bahanelerle ortaya çıkılabilir ancak uzun bir uçak yolculuğundan gelmiş, fiziksel ve mental hazırlığı olmayan oyuncuyu her ne olursa olsun sahaya sürme yanlışı tartışılamaz. Lugano dün gece Türkiye’de ki en kötü futbolunu oynadı. Diğer taraftan maçın yıldızı olan İbrahim Üzülmez’in Fener’in sol kanadında otoban kurma girişimlerine de eğilmek gerekir. Galatasaray maçında ileri çıkmayarak ve önce karşılama diyerek Arda’yı bitiren Gökhan-Mehmet ikilisi inanılmaz bir hücum sevdasına kapıldıkları için Fenerbahçe oyunun bu kısmında çok büyük sıkıntı yaşadı. Daum’un burada da bir etkisi yoktu. Emre’nin sakatlandığı pozisyonun hemen ardından bütün maç orta sahada onunla didişen Fink’in rahat rahat gelip ilk goldeki harika voleyi yapmasına müsaade etmekte bunlara ek olarak söylenebilir. Maçın bu dakikasına kadar oyunda üstünlüğü olmayan Beşiktaş, Emre’nin yerine Wederson’un girmesiyle rahatladı. Çünkü oyunda Santos, Carlos ve Wederson vardı. Orta saha direncini yaratacak hiç kimse yoktu. Kimse girmedi. Alex’in en kötü gününde bile Özer kozuyla ikame edilememesi yine bir Daum klasiğiydi. Maçın 2–0 olduğu bölümde Mehmet Topuz’u alıp yerine Semih’i sokmak ise Daum’un oyunda denge istemediğine dair başka bir işaretti. 2–0 yenikken hala tek forvette ısrar etmek bunun iyi göstergesidir.

Evet, hakem 1 penaltıyı es geçti ve 3. golde ofsaydı yakalayamadı. Oysa Fenerbahçe ise uzaktan şutlar, Alex’in çataldan dönen harika serbest atışı dışında hiçbir biçimde yoktu.

Biraz da galip tarafa değinmek isterim. Evet, Beşiktaş Fenerbahçe’yi yerle bir etti ama bu tamamen rakibin zaaflarından oluştu. Beşiktaş’ın sahaya koyduğu baskın ve güçlü bir oyun biçimi yoktu. Klasik biçimde karşılamayı, sağlamcı davranmayı ve olabildiğince hızlı çıkmayı düşünmüşlerdi. Fenerbahçe’nin taktiksel hataları müsaade ettikçe ve şans ellerinden tuttukça bu durumu gole çevirmeyi başardılar. İsmail’in yokluğunda bir soru işareti olan Deli İbrahim; soru işaretinin yerine bir ünlem koyarak maça damgasını vurdu. Ernst yine her şeyin merkezi olduğunu gösterdi.  

Sonuçta sisli İstanbul gecesinin mutlu yüzü Beşiktaş, ligde gördüğü 12.lik sırasından sonra tekrar yukarılarda yüzünü göstererek sis perdesinin arkasından çıkmış oldu.

20 Kasım 2009 Cuma

Rob Gordon Demişti..


 "What came first, the music or the misery ? Did I listen to music because I was miserable ? Or was I miserable because I listened to music ? Do all those records turn you into a melancholy person ?"

Sakallis Hasta


16 Kasım 2009 Pazartesi

Foça'da Sarhoş Olmak


Böyle insanlara mı dönüştük Porco? [Böyle?] Tatil günü şehir dışına ufak kaçamaklar yapıp erkenden geri dönen ve ertesi iş gününü düşünen varlıklar mı olduk? Oysa gittiğimiz yerde kalmak, orayı yaşamak, orada yaşamak lazımdı normal şartlarda. Herkesin normal şartları bizim anormal şartlarımız mı oldu?  Anormal şartlara alışmak bir ömür boyu sürer mi?

Soruları bir kenara koyup güzel geçen yedi saatin tadını unutmayacak bir yerde saklamak gerekli. Foça güzeldi. Foça(Yolculuk, balık, rakı, kediler,  muhabbet) güzeldi.

Onur’a teşekkürü borç bilirim

Antonio De Nigris ve Heath Ledger



Ölüm yol üzerinde rastlanan etkileyici bir manzara gibi. Karşılaştığınızda bir süre durur ve bakarsınız yüzüne. Yola devam ettikten sonra da unutur üzerine çok fazla bir şey hatırlamazsınız. De Nigris'in ölüm haberini okuduğumda aklıma Heath Ledger'ı getirdi bu olay. Heath'ın ölümünden sonra hayatının en iyi performansını izlemiştik. De Nigris için bu mümkün olmayacak. O zaman ben onların çocuklarının onlarla ilgili hatırlayacağı en güzel anlarda kalmasını diliyorum.

13 Kasım 2009 Cuma

ce que je suis


(500) Days of Summer






Her dönem karşımıza çıkan fısıltı ve vızıltı yoluyla elden ele dolaşarak kült mertebesine ulaşacak filmdir. indie külliyatında kendisine garden statevari bir yer edineceğini öngörmek için kahin olmaya gerek yok. Peki bütün bunlar filmi kötü yapıyor mu? Kesinlikle hayır. michel gondry&charlie kaufman'ın şaheser anlatısını farklı bir biçimde sunan filmdir. geri dönüşler, silinmeye çalışılan anılar, zamanla ortaya çıkan mutlu-hüzünlü anlar hepsi çok tanıdık. özellikle filmin sonuna doğru arkadan hırkasıyla joel geçecek sandım. kırık kalpli bir film olduğu mutlaka söylenmeli. kırık kalpli güzel filmlerin ortak paydası olarak en büyük kalp kırıklığı erkek kahramanındır. bu in the mood for love'dan, wristcutters a love story'e kadar böyledir. 


500 days of summer için söylenecek şeylerden ziyade kült olacağı besbelli olduğundan kullanma talimatı vermek gerekir. hassas dönemlerden geçen kalbi kırık gençlerimiz alkolle beraber alırsa ölümcül sonuçlara yol açabilir. bu yüzden dikkatli kullanılmalıdr. yakınlarda gidecek bir lacuna coil yoksa uzak durulmalıdır. hassas dönemden geçmeyen rahatı huzuru benim gibi yerinde olanlar ise keyifle izleyebilirler. güzel soundtrack'ini indirip aynı keyifle dinlemeye devam etmelidirler. böylece güzel kedilerin değerini çok iyi anlarlar.







Bir kaç yerde kullanılan farklı kurgu oyunları gerçekten takdire şayandır. basit biçimde ortaya konulan beklenti-gerçek sekansı bu açıdan harika bir örnektir. Senaryonun iyi yazıldığını söylemek için de Harold Pinter olmaya gerek yok. [Ne yazık Oysa ben Harold Pinter olmayı isterdim.]


Soundtrack için de bir şeyler yazmak yorumlamak isterdim ama bunu benden iyi yapacak kalamitim'den dinlemeyi tercih ederim doğrusu.

ek olarak filmle ilgili ufak bir alegori yapmak isterim: tom hansen gibi "genç werther ruhlu" adamlar hiç bir zaman yaz'ı değil her zaman sonbahar'ı takip etmelidir. sonbahar karşılıktır. kasım'dır. kalıcıdır. summer gibi antin kuntin şeylerle ilgilenerek kendisine farklıyım-entelim imajı çizen hanımlar da aslında üzerleri bir başkası tarafından boyanmış balonlardır. günün birinde ya uçup ya da patlayıp yok olur giderler.








Sonuç olarak derim ki izleyin lan!

12 Kasım 2009 Perşembe

Pazar - Bir Ticaret Masalı

kasaba, umudu olan arıza bir kahraman, yaşlı yol gösterici, yol ve dönem. şimdi bu hammaddeler bu kez bizim coğrafyamızda olsun. alsın bunu yabancı(kesinlikle kötü manada değil) insanlar, güzel bir film yapsınlar. sonra bunu bizim önümüze sunsunlar ve biz mutlu olalım. pazar böyle bir şey işte. ticaret demeyelim çünkü lekelemek olur filmin güzelliğini. ama böyle olmuş. bu kadar samimi, bu kadar naif işçilik, oyunculuk, müzik her şeyiyle bizden bir film. bir bakıyoruz ki ben hopkins çekmiş bu filmi. şimdi gel de türk filmleri üzerine uzun bir tartışmaya gir. ister kusturica, ister açık bir vodka lemon etkisi denebilir. mühim değil. mühim olan öncelikle yönetmenin ellerine sağlık. biz kendimizi anlatamazken o bizi öyle güzel resmetmiş ki; mihram parça olmaktan çıkmış ve tümü gösteren-işaret eden bir varlığa dönüşmüş. vicdan-inanç-aile-ekonomi bu dinamiklerin arasında ezilen insan figürünü çok büyük perdeden konuşmadan önümüze sermiş. zayıflıklar kadar erdemleriyle de var olan insanın(mihram'ın) trajedisini anlatmış. tayanç ayaydın ve genco erkal döktürmüş. mihram'ın eşini oynayan hanım da gözleriyle bütün bir trajedinin resmini çıkarmış.




mış.. mış.. mış.. iyi yapmışlar da keşke bu işleri böylesine duru bir biçimde biz de yapabilsek. pazar bir ticaret masalı, sonbahar'ı dışarıda bırakırsam uzun süredir bu coğrafyada yaşan küçük insanların hikayesini sinematografik gücüyle anlatabilen yegane film görüntüsü veriyor.


şimdi bu kadar övgü'nün yanına bir kaç triviri yapmak da isterim. öncelikle keşke filmin adı şöyle afili bir şey olsaymış. herkesin kör göze parmak söylediği çingeneler zamanı misal veya sarhoş atlar zamanı. benden de öneri sarhoş mihram zamanı olabilirdi. sonra karakterlerin derinliğini arttırmayı tavsiye ederdim. mihram dışında kalan tüm karakterler yalnızca simgesel anlatımı perçinleyen öğeler konumuna geçiyor bir süre sonra. anlatının bu kısmı da başarılabilmiş olsaydı mükemmel bir iş ortaya çıkabilirmiş. demem odur ki bir şaheser'in yanından geçmişiz. izlemiş, beğenmiş ve sevmişiz.. mişiz.. mişiz.. mişiz..




10 Kasım 2009 Salı

DISTRICT 9


öncelikle günümüz sinemasının ayrıksı yanlarından faydalanan bir film var karşımızda. joon-ho bong'un the host'ta yaptığı sinematografik düzeni neill blomkamp district 9'da benzer biçimde uyguluyor. evet önümüzde apaçık sci-fi düzeneği-ortamı-aksiyomları mevcut. fakat bu aksiyomlar kendi direkt hikayesinin dışında büyük bir metaforu yaratmak için de aracılık ediyor.

--- spoiler ---
kılkuyruk ve bencil diye de tanımlayabileceğimiz wikus van de merwe (belki biraz da torpille) yaratıkların (karides!) tahliye işlemi operasyonunun başına getirilir ve genetik değişime uğramasına yolaçan bir dizi olayın sonunda kahramanlaşarak başkalaşır. başkalaşımın kendi içinde gelişen yapısından başlayarak alegoriye başlayabiliriz. irkçı ve kolonyalist söyleme kadar uzayabilecek, sözkonusu hikayenin kara-kıta'da geçiyor olmasına kadar enteresan okumaları filmin içerisinden çıkarabiliriz. ötekileştirme ve göçmen kamplaştırması. bu kamplaşmanın banliyö isyanları oluşturacak bir yöne doğru ilerleyişi. mültecilerden yerleşik halkın nefret edişi. kültür uyuşmazlıkları. büyük şirketlerin silah ticareti ve yapısal mali üçkağıtlar peşinde koşması. bunlar gibi bir çok yerden güzel noktalar yakalamış film. bunu da yukarıda söylediğim gibi sci-fi'nin eşsiz metafor olanaklarını kullanarak yapmış. örnekolay aslında anlattığının alt katmanlarında sert gerçeklere de parmak basıyor.
--- spoiler ---

çekim tekniğindeki cloverfield uygulamaları ise yerli yerinde görünüyor. jj abrahams'ın günümüz media görsel metasını harika okuyarak geliştirdiği görüş, district 9'un atmosferinde de hiç sırıtmıyor.


6 Nisan 2009 Pazartesi

Army Now!


 
To Be Continued..

20 Mart 2009 Cuma

MOGWAI

Mogwai kafa karışıklığı mıdır?

2 Mart 2009 Pazartesi

sigur rós



sigur rós post-rock grubu değildir.

About